Türk savunma sanayii, ihtiyaç odaklı bir endüstri olmaktan çıkarak, Türkiye’nin uzun vadede ticari, endüstriyel, bilimsel ve teknolojik kazançlar sağlayacağı bir alana dönüşmüş durumda. Başka bir izahla Türkiye, başlattığı “milli teknoloji hamlesi” sayesinde dünyanın önde gelen silah üreticisi ülkelerinin “aranılan müşterisi” pozisyonunu terk etmiş; bunun yerine küresel savunma pazarının yıldızı yükselen bir oyuncusuna evirilmiştir.
Türkiye’nin son 20 yıllık savunma sanayii serüvenine bakıldığında, beş konu büyük önem arz ediyor. Birincisi, savunma teknolojileridir. Türkiye’nin en fazla tecrübe kazandığı ve ilerleme kaydettiği alan, savunma sanayiinde tek kaynaklı dışa bağımlılık sarmalından kurtulmasını sağlayan “milli teknoloji hamlesi”dir. Bunun en bariz göstergesi ise TSK’nın ihtiyaçlarının büyük bölümünün artık milli entelektüel sermaye tarafından üretilen yerli ürünlerle karşılanmasıdır. Bugün Türkiye; Baykar Teknoloji, ROKETSAN ve TAI tarafından geliştirilen “İHA konsepti” sayesinde Silahlı/Silahsız İHA platformlarında üçüncü nesli geliştirmiş bir ülke konumunda. Yine Türkiye, projelendirme olmadan öz kaynaklarıyla geliştirdiği ROKETSAN ürünü Mini Akıllı Mühimmat ailesine (MAM-C, MAM-L ve en son olarak MAM-T) sahip. Keza ROKETSAN’ın altına imza attığı Milli Ağır Torpido Projesi “AKYA”, Türkiye’nin ana silahlara bağımlılığının ortadan kaldırılması açısından önemli bir kırılma noktası olup; AKYA eğitim torpidosu 2021 itibarıyla ilk kez envantere girmiştir. Esasında sadece 2021 yılı bile Türkiye’nin stratejik silah sistemlerinde ve projelerde katettiği mesafeyi gözler önüne sermektedir. Akıncı TİHA ve Aksungur SİHA’nın ilk teslimatlarının yapılması; Bayraktar TB3 SİHA projesi başlatılması, MİUS’un kavramsal tasarımının tamamlanması, HİSAR-A+’nın tüm unsurlarıyla teslim edilmesi, Hisar O+’nun teslimata hazır hale gelmesi ve SİPER’in test atışlarının yapılması önemli gelişmelerdir. Bunların yanı sıra milli gemisavar füzesi ATMACA ile AKYA eğitim torpidosunun ilk kez envantere girmesi, Hafif ve Orta sınıf İKA teslimatları yapılırken Ağır Sınıf İKA projesinin başlatılması, Test ve Eğitim Gemisi UFUK’un hizmete girmeye hazır hale gelmesi, ilk İ Sınıfı Fırkateyn TCG İstanbul’un denize indirilmesi ve Türkiye’nin ilk Büyük Kavitasyon Tüneli ve Manevra Deney Sistemi KATMANSİS’in açılması da not düşülmelidir. Yine ULAQ’ın -silahlı insansız deniz aracı- seri üretimine başlandığı, PULAT aktif koruma sisteminin tanklara entegrasyonun tamamlandığı, SİHA’lar için CATS teslimatlarının sürdüğü ve yeni nesil muhabere elektronik taarruz sistemi SANCAK’ın teslim edilmesi zikredilmesi gereken diğer önemli gelişmelerdir. Bu noktadan referansla, Türkiye’nin savunma teknolojilerine yaptığı yatırımın temel motivasyon ve amacının; on yıllarca açık/örtülü şekilde maruz kalınan “ambargo” ve “yaptırım” tehdidinden kurtulmak, TSK’nın ihtiyaçlarını mümkün mertebe “yerli kaynaklarla” karşılamak ve savunma sanayiinde “otonomi” kazanmak olduğu belirtilmelidir.
Arayan Değil Aranılan Olmanın Yolu
İkinci konu, savunma ekonomisidir. Her ne kadar savunma sanayiinde kaydedilen gelişmelerin temel gerekçesi öz-savunma imkan ve kabiliyetleri olsa da orta ve uzun vadede savunma ekonomisinin getireceği kazanç göz ardı edilmemelidir. Ayrıca savunma teknolojileri, askeri alanda doğup büyüyüp gelişirken, sonradan sivil alanda yaygın şekilde kullanılan teknolojilere referans teşkil etmektedir. Bu minvalde, geliştirilen teknolojinin ilerleyen süre zarfında hem askeri hem sivil çift kullanımı haiz olmasının; örneğin ULAK Haberleşme gibi firmaların her iki açıdan oynadığı rolün altı çizilmelidir. Diğer taraftan, Türk savunma şirketleri öncülüğündeki milli teknoloji hamlesi, sadece vakıf şirketleri ile sınırlı değildir. TeknoHAB ve TeknoPark içerisinde yer alan firmalar, Türkiye’nin hem askeri hem sivil teknoloji geliştirme kapasitesine katkı sunmakta, böylece Türkiye’ye farklı pazarlara giriş imkan ve fırsatı vermektedirler. Halihazırda savunma ekonomisi açısından bakıldığında, Türkiye’nin savunma ithalat rakamlarındaki düşüşe mukabil, ihracat oranlarındaki artış dikkat çekicidir.
Her ne kadar ihracat rakamları istenilen düzeyde olmasa da Türkiye’nin peyderpey savunma pazarında söz sahibi bir konuma doğru evirildiği görülüyor. Misal, Türkiye’nin küresel İHA pazarındaki müşteri portföyü Katar, Ukrayna, Azerbaycan, Libya, Türkmenistan vd. şeklinde giderek genişliyor. Keza MİLGEM projesi, Türkiye’nin savunma sanayiinde rüştünü ispat etmeye başladığının ve bunun savunma ekonomisi açısından ne denli katma değer oluşturabileceğinin en somut tezahürlerinden. Yine bu hususta bir diğer önemli gösterge, Türkiye’den 7 şirketin dünyanın ilk 100 savunma şirketi arasında konumlanmasıdır.
Her sene aynı sayıda Türk şirketi bu listede yer almamakla birlikte, özellikle son 10 yılda adını duyuran şirket sayısındaki artış, kayda değerdir. Hülasa, Türk savunma sanayii sadece TSK’nın ihtiyaçlarını değil; aynı zamanda diğer ülkelerinin ordularının da taleplerini karşılayacak şekilde askeri ve sivil araç ve ekipman üretimine başlamıştır. Bunun da ötesinde Türk savunma sanayii, ihtiyaç odaklı bir endüstri olmaktan çıkarak, Türkiye’nin uzun vadede ticari, endüstriyel, bilimsel ve teknolojik kazançlar sağlayacağı bir alana dönüşmüştür. Başka bir izahla Türkiye, başlattığı “milli teknoloji hamlesi” sayesinde, dünyanın önde gelen silah üreticisi ülkelerin “aranılan müşterisi” pozisyonunu terk ederek, küresel savunma pazarının yıldızı yükselen bir oyuncusuna evirilmiştir.
Üçüncü konu, savunma diplomasisidir. Türkiye’nin 2000’lerin başından itibaren savunma sanayiinde kat ettiği gelişme, sadece harp meydanında bir oyun değiştirici olmakla kalmadı; aynı zamanda Türk diplomasisi açısından önemli bir imkanın ortaya çıkmasını sağladı. Ancak Dışişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı tarafından icra edilen diplomasi yaklaşımından farklı olarak, savunma diplomasisinin müstakil ve münferit bir şekilde ele alınması büyük önem arz ediyor. Bu bağlamda Türk savunma diplomasisinin üç sütunlu bir mekanizma üzerine inşa edilmesi zaruridir.
İlk sütunu, Türkiye’nin siyasi olarak yakın iş birliğinde olduğu ülkeler teşkil etmelidir. Bu minvalde, Katar gibi ülkelerle geliştirilecek savunma diplomasisi, diğer üçüncü aktörlerin siyasi ve askeri pozisyonları açısından belirleyici olacaktır.
İkinci sütunda Türkiye’nin stratejik iş birliği geliştirmek istediği ülkeler yer almalıdır. Ankara’nın; Moskova, Kiev, Yeni Delhi, İslamabad gibi ülkelerle her konuda mutlak siyasi uzlaşı aramaksızın stratejik niteliği haiz savunma iş birliklerine gidebilecek imkan ve fırsatları oluşturması mühimdir.
Üçüncü sütunda ise Türkiye’nin kritik konu ve alanlarda siyasi uyuşmazlıklar yaşamakla birlikte, savunma sanayiinde bir şekilde bağlılık geliştirdiği ülkeler geliyor. Kuşkusuz bu ülkelerin başını ABD çekerken, ardından Ankara’nın uzun zamandır savunma ticareti yaptığı muhtelif NATO ve AB ülkeleri geliyor. Üçüncü sütun, Türkiye’nin savunma diplomasisinde daha fazla hüner ve maharet kazanmasını şart kılmaktadır. Zira bu sayede Ankara’nın muhtelif ambargo ve yaptırımlara karşılıklı farkındalık ve hazırlılık seviyesini artırması, savunma diplomasisini daha aktif ve etkili bir şekilde kullanması mümkün olabilecektir.
Dördüncü konu, savunma hukukudur. Türk savunma sanayiinin son 20 yılda yakaladığı ivmenin devamlılığı, savunma ekosisteminin nasıl ve ne şekilde kurgulandığına bağlıdır. Savunma ekosisteminin yapısı ve işleyişi, en temelde bir mevzuat meselesidir. Zira savunma mevzuatı, öncelikle ülkede askeri ve sivil sektörün, bilahare kamu ve özel şirketlerin birbirleriyle nasıl bir diyalog mekanizması üzerinden iş birliği yapacağı açısından belirleyici olacaktır. Öte yandan, savunma mevzuatı Türkiye’nin savunma ithalatındaki ihale istek ve kriterlerinin yanı sıra, ihracat rejimi gibi çok kritik konularda, müşterek ve uzun vadeli bir mevzuata sadık kılınması açısından da elzemdir.
Beşinci ve sonuncu konu, savunma sanayiinin bir milli güç unsur olarak ele alınmasıdır. Daha açık ve net bir ifadeyle, Türk savunma sanayiinin, partiler üstü bir yaklaşımla gelecek nesillerde sürdürülebilirliğinin sağlanması, bu nedenle Türkiye’nin bir milli güç unsuru olarak tüm aktörlerce desteklenmesi zaruridir. Bu minvalde savunma ve askeri bürokrasisinin “akademi”, “endüstri” ve “medya” ile arasındaki iş birliğinin geliştirilmesine yönelik daha kapsayıcı ve işlevsel bir modelin referans alınması mühimdir.
Kaynak: Kriter Dergi / Merve Seren