Geride kalan 70 yıllık süreçte Türkiye ile NATO arasında güven bunalımı meydana getiren çok ciddi sorunlar yaşandığı göz ardı edilmemelidir. Kuzey Atlantik İttifakı içinde geçen 70 yılın kısa bir muhasebesi yapıldığında, Türkiye’nin önemli güvenlik kazanımları olduğu kadar, ciddi güvenlik kaygıları yaşamasına yol açan gelişmeler olduğu da açıkça görülmektedir.
Türkiye’nin Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü NATO’ya 18 Şubat 1952’de katılmasının üzerinden tam 70 yıl geçti. Bu yazıda, Batı dünyasının bir parçası ve İttifak’ın en güçlü ülkelerinden biri olmakla övünülen, zaman zaman da müttefikleri tarafından Türk halkının ulusal onurunu zedeleyen ve güvenliğine olumsuz tesir eden davranışların sergilendiği çok yönlü ilişkiler bütününün kısa bir muhasebesi yapılmaya çalışılacaktır.
NATO Üyeliğinin Türkiye Açısından Önemi ve Değeri
Kuşkusuz, NATO üyesi olmanın sağladığı “pozitif güvenlik garantileri” Türkiye’nin ulusal güvenliğine önemli katkılar yapmıştır. Özellikle Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin sahip olduğu on binlerce nükleer silahın varlığından kaynaklanan tehdide karşı en güçlü caydırıcı unsurun, bir kısmı Türkiye’de Balıkesir, Eskişehir, Ankara, İzmir ve Malatya gibi şehirlerimizdeki askeri üslerde konuşlandırılmış savaş uçakları tarafından hedeflerine gönderilebilecek olan ABD’ye ait taktik nükleer silahlar ve bunlara bağlı olarak oluşturulan “nükleer şemsiye” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Günümüzde bu silahlar, İttifak’ın dayanışmasının ve müttefikler arasında yükün paylaşılmasının bir göstergesi olarak ve sembolik bir miktarda Adana yakınlarındaki İncirlik Üssünde bulunuyor. Türkiye, böylelikle NATO’nun Nükleer Planlama Grubu üyesi olarak Batı dünyası içinde en üst stratejik seviyede kararlar alınan bir kurulun da saygın bir parçası durumunda.
Bununla birlikte, NATO üyeliği, Sovyetler Birliği’ne ve onun tarafından 1955’te kurulan Varşova Paktı’na karşı sağlanan etkin nükleer caydırıcılığın yanı sıra, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gerek askeri imkan ve kabiliyetlerinin ve donanımının üst düzeye çıkarılmasında, gerekse organizasyon şeması ve komuta kontrol mekanizmaları bakımından modern bir yapıya kavuşturulmasında da önemli katkılar sağlamıştır. İttifak’ın bu gibi katkılarına karşılık olarak, Türkiye de jeostratejik konumu ile bir “kanat ülkesi” olarak, müttefiklerinin güvenliği, egemenliklerinin korunması ve topraklarının savunulması için İttifak’ın en üst karar alma merci olan Kuzey Atlantik Konseyi tarafından alınan kararlara ve bunlara bağlı olarak yapılan askeri planlamalara ve kuvvet yapısı geliştirme hedeflerine en fazla ve en nitelikli katkılar yapan ülkeler arasında yer almıştır.
Türkiye NATO Üyeliğinden Yeterince İstifade Edebildi mi?
Türkiye’nin bu fedakarlıklarına karşın, NATO üyeliğinin, ülkenin maruz kaldığı tehditlerin tümüne karşı yeterli güvencelerin verilmesini de beraberinde getirdiğini söylemek maalesef mümkün değildir. Soğuk Savaş döneminde Batı Avrupalı müttefikler, güney komşusu Suriye veya Irak ile sorunlar yaşaması durumunda, Türkiye’nin yanında olamayacaklarını, önceliklerinin Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’ndan kaynaklanan tehditler olduğunu ve Ortadoğu’yu sorumluluk alanları dışında gördüklerini ifade eden mesajları gayrı resmi ortamlarda Türk muhataplarına iletmişlerdir.
Batı Avrupalı başkentler, Sovyetler Birliği’nin Suriye ve Irak ile geliştirdiği yakın siyasi ve askeri iş birliği sebebiyle, Ankara ile Şam veya Bağdat arasında yaşanabilecek ikili düzeydeki sorunların sıcak çatışmaya dönüşmesi ve NATO’nun Türkiye’nin yanında soruna dahil olması halinde, Sovyetler Birliği’nin de Suriye veya Irak’ın yanında yer alabileceği ve çatışmanın tırmanarak, NATO ile Varşova Paktı’nı, oradan da ABD ile Sovyetler Birliği’ni karşı karşıya getirebileceğini düşündükleri bir nükleer savaş riski endişesini taşıyorlardı.
Ortadoğu coğrafyasının müttefikleri tarafından “alan dışı bölge” (out-of-area) olarak görülmesinin sonucu, Türkiye de İttifak’ın beklentileri doğrultusunda askeri kuvvet konuşlandırmasını ağırlıkla Sovyetler Birliği ve Bulgaristan sınırları boyunca yapmak durumunda kalmış ve Suriye ile Irak sınır bölgesindeki askeri varlığı, bu ülkelerin PKK’ya verdiği destekleri sona erdirecek caydırıcılığı sağlayamamıştır. Bunun sonucunda, Türkiye on binlerce insanını PKK terörüne kurban vermiştir. Bu durum, Türkiye ve Türk insanı açısından son derece ciddi bir maliyettir!
Türkiye’nin askeri güç konuşlandırmasını ağırlıklı olarak SSCB’ye yönelik yapması, yaklaşık 400 bin askerden oluşan 25 kadar Kızıl Ordu tümeninin Kafkasya bölgesinde konuşlandırılmasına yol açmış ve bu durum Varşova Paktı’nın Federal Almanya üzerinden Batı İttifakı’na yönelik girişebileceği konvansiyonel bir saldırının gücünü ve ihtimalini zayıflatmıştır. Bir başka deyişle, Türkiye, Sovyetler Birliği’nin askeri tehdidini kendi üzerine çekerek, Batı Avrupalı müttefiklerin algıladıkları tehdidin azalmasına hayati derecede önemli katkılarda bulunmuştur. Bu son derece önemli ve değerli bir fedakarlıktır.
Soğuk Savaş dönemini sona erdiren gelişmeler olarak sayabileceğimiz 1990’larda, Varşova Paktı’nın ve SSCB’nin dağılması, Irak’ın Kuveyt’i işgali, Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi ve Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerinin kuvvet indirimleri dışında bırakılması, İsrail ile askeri stratejik alanlarda geliştirilen ilişkiler, Türkiye’nin caydırıcı gücüne çok önemli katkılar yapmış ve Ekim 1998’de Suriye’ye uygulanan zorlayıcı diplomasi ile PKK’nın başının ülkeden çıkarılması ve PKK terörüne verdiği desteğin son bulması sağlanmıştır. Bu süreçte NATO’nun doğrudan bir katkısından söz etmek mümkün değildir.
Geride kalan 70 yıllık süreçte Türkiye ile NATO arasında güven bunalımı meydana getiren çok ciddi sorunlar yaşandığı da göz ardı edilmemelidir. Bunlar arasında, Haziran 1964’te İnönü Hükümeti’ne “Johnson Mektubu” yollanması, Temmuz 1974’teki Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında 1975-78 boyunca ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu uygulaması, 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk askerlerinin başlarına “çuval” geçirilerek tutuklanmaları, Kasım 2010’da Lizbon Zirvesi sırasında, başta Fransa ve Belçika olmak üzere bazı müttefik ülkelerin Türkiye’nin “Füze Kalkanı” projesine karşı çıktığı yönünde asılsız suçlamalarda bulunmaları, 15 Temmuz 2016’da FETÖ darbe girişimi sırasında müttefiklerin Ankara ile dayanışma sergilememeleri, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri alması sebebiyle F-35 savaş uçağı projesinin kurucu ortağı olmasına rağmen projeden dışlanması ve ABD Senatosu’nun CAATSA yaptırımlarına tabi olması, ABD’nin PKK’nın Suriye kolu YPG/PYD’ye 40 bin tır dolusu silah ve mühimmat sevkiyatı yapması sayılabilir.
Türkiye ile NATO İlişkilerinin Geleceği Açısından 2030 Ajandası’nın Önemi
Yukarıdaki satırlarda, Kuzey Atlantik İttifakı içinde geçen 70 yılın kısa bir muhasebesi yapıldığında Türkiye’nin önemli güvenlik kazanımları olduğu kadar, ciddi güvenlik kaygıları yaşamasına yol açan gelişmeler olduğu da açıkça görülebilmektedir. Tüm bu yaşananlar bir bütün olarak dikkate alındığında, halihazırda dünyanın en güçlü askeri örgütünün veto gücüne sahip bir üyesi olması ve bu özelliğini gelecek on yıllarda da devam ettirmesinin Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla uyumlu olduğu düşünülmektedir. Müttefik ülkelerle yaşanan sorunların çözüm yerinin İttifak’ın çatısı altında olduğu ve ilgili kurullarının Türkiye tarafından daha etkin bir şekilde kullanılması gerektiği de unutulmamalıdır.
Egemen bir devlet olan Türkiye’nin dilediği zaman NATO üyeliğinden ayrılmasının önünde hukuki açıdan bağlayıcı herhangi bir engel bulunmamaktadır. Ancak, Türkiye’nin olası ayrılık kararının hemen sonrasında İttifak’ın bünyesine katılması muhtemel ilk üyelerin başında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin gelecek olması da dikkate alınmalıdır. Böylesi bir senaryonun gerçekleşmesi durumunda, Türkiye’nin Ege’de ve Doğu Akdeniz’de karşı karşıya kalacağı güvenlik sorunları daha da ağırlaşacaktır.
Ülkelerin milli gelirlerinin önemli bir oranının ulusal güvenlik ve savunma harcamalarına gittiği bilinen bir gerçektir. Böylesi sorunlara karşı alınması gereken önlemler konusunda, benzer tehdit değerlendirmeleri yapan ülkelerle ortak hareket edilmesi yoluyla maliyetin bölüşülmesi ve savunma yükünün paylaşılması daha makul olan bir davranış olarak değerlendirilebilir. Bu sebeple, Türkiye’nin İttifak içinde kalarak, NATO 2030 Ajandası’nda dokuz ana başlıkta ifade edilen hedefler doğrultusunda hareket edip, derinleştirilmiş siyasi danışma ve iş birliği geliştirmekten yeni Stratejik Konsept geliştirilmesine kadar NATO’nun gelecekte de güçlü ve etkili bir örgüt olarak işlevlerini yerine getirebilmesine katkı yapmasının, ulusal çıkarlarıyla daha uyumlu olduğu değerlendirilmektedir.
Esas itibarıyla tüm bu hedefler, Türkiye’nin ulusal güvenlik stratejisi ve dış politika öncelikleriyle büyük oranda örtüşüyor ve uzun yıllardır nitelikli katkılarda bulunduğu konuları kapsıyor. Dolayısıyla, NATO 2030 Ajandası, Türkiye açısından müttefikleriyle olan ikili ve çok taraflı ilişkilerine doğrudan katkılar yapabilecek unsurları içinde barındırıyor. Türkiye’nin NATO 2030 Ajandasına aktif ve etkin desteğinin ortaya konması, başta ABD ve Fransa olmak üzere, bazı müttefikleri ile arasında yaşanan gerginliklerin üstesinden gelinmesi için önemli fırsatlar da ortaya çıkarabilir.
Türkiye Açısından NATO’nun Dönüşümünün Devam Etmesi Öncelikli Olmalı
Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü yıllar boyunca Sovyetler Birliği’nin güdümündeki Varşova Paktı’ndan gelebilecek bir saldırı olasılığına karşı kolektif savunma prensibi ile askeri stratejisini ve doktrinlerini oluşturan NATO, Doğu-Batı zıtlaşmasının sona ermesiyle, 1990’lar itibarıyla; varlığını sürdürme sebebini, bölgesel çatışmaların ve uluslararası terörizmin İttifak’a üye ülkelerin güvenliklerine ve istikrarına yönelik oluşturduğu tehditlerin varlığına bağlamış, bu tehditlerle küresel boyutta mücadele edebilmek için müttefikler dışında birçok ülke ile de ortaklık ve iş birliği yapılanmaları geliştirerek, kolektif bir güvenlik teşkilatına dönüşmüştür. Soğuk Savaş sonrası dönemde İttifak’ın en önemli komutanlıklarından biri Norlfolk, Virginia’daki Müttefik Dönüşüm Komutanlığı (Allied Command Transformation) olmuştur.
Özellikle 11 Eylül 2001’deki terör saldırıları sonrasında, artık küresel boyut kazandığı açık ve net olarak görülen tehditlerle mücadelenin ancak küresel iş birliği ile yürütülebileceği düşüncesinin İttifak’a hakim olması, NATO’nun ajandasının üst sıralarında uluslararası terörizmle mücadelenin yer almasını sağlamıştır. Söz konusu tehdidin en çok korkutan yönü, terör saldırılarında kitle imha silahlarının kullanılması olasılığıdır. ABD başta olmak üzere tüm müttefik ülkeler bu tehdidi son derece ciddiye alarak, yaklaşık son 20 yıldır etkin bir mücadele ve önleme mekanizmaları oluşturmuşlardır.
Kitle imha silahlarının da kullanılabileceği küresel terörizm tehdidin ortadan kalkmadığı, aksine, terör gruplarının imkan ve kabiliyetlerini geliştirme çabası içinde olduklarına dair güçlü ipuçlarının bulunduğu bir dönemde; İttifak’ın Ukrayna krizi sebebiyle Rusya ile Soğuk Savaş yıllarını hatırlatan bir zıtlaşma içine girmesi, 20 yıldan bu yana kapsamlı olarak geliştirilen kolektif güvenlik anlayışından, yeniden kıta Avrupası’nda kolektif savunma anlayışına mı dönülüyor, sorularını beraberinde getirmiştir.
Ukrayna’nın egemenliğine, toprak bütünlüğüne ve Batı ile entegrasyonuna destek vermek, müttefik ülkelerin kendi ulusal güvenlikleri ve dış politika öncelikleri arasında olabilir. Ancak, bu amaca yönelik politikalar belirlenirken, NATO üyesi olmayan bir ülke üzerinden İttifak’ın tüm üyelerin güvenliklerini yakından ilgilendiren küresel boyutlu tehditlerle mücadelede bir zafiyet yaşanmaması ve Rusya ile çatışma zemininin oluşmasına da imkan verilmemesi gerekir.
NATO zirvelerinde benimsenen dokümanlarda sıklıkla vurgulanan ve “yeni güvenlik” başlığı altında bahsi geçen, düzensiz göçten iklim değişikliğine kadar birçok tehdidin kaynağına çok yakın bir jeopolitik ve jeostratejik konumda bulunması sebebiyle, Türkiye’nin müttefiklerine İttifak’ın öncelikli güvenlik konularının neler olduğunu hatırlatmasında ve karar alma mekanizmalarında bu hassasiyetlerini ortaya koymasında yarar vardır.
Kaynak: Kriter Dergi / Mustafa Kibaroğlu