Ahmet Işıktekiner – Defensehere
Hindistan’ın Pakistan kontrolündeki Keşmir bölgesine yönelik gerçekleştirdiği hava saldırıları, bölgeyi yakından takip edenler açısından şaşırtıcı bir gelişme sayılmaz. Bu tür sınırlı müdahaleler, özellikle 2016’dan bu yana sıklıkla yaşanıyor. Gerekçe ise hep aynı: Hindistan içinde yaşanan saldırılar için Pakistan destekli grupların sorumlu tutulması.
Ancak bu son saldırıların dikkat çeken yönü, iç ve dış politika bağlamında taşıdığı anlamdır. Hindistan’da seçim atmosferi yaklaşırken, Modi hükümeti içeride artan baskı karşısında güvenlik odaklı bir söylemle pozisyon almayı tercih ediyor. Diğer yandan Çin ile sınır bölgesinde devam eden gerilimler, Hint Okyanusu’ndaki güç rekabeti ve Afganistan kaynaklı istikrarsızlık gibi etkenler, Hindistan’ın askeri reflekslerini sadece Pakistan’la sınırlı olmayan bir güvenlik stratejisine dönüştürüyor.
Hindistan Hava Kuvvetleri, yaklaşık 2.300 platformluk envanteri ve 135.000’e yakın personeliyle, küresel ölçekte dördüncü sırada yer alıyor. Envanterinde Fransız Rafale, Rus Su-30MKI, MiG-29 gibi çeşitli uçaklar bulunmakla birlikte, beşinci nesil uçaklar ve görünmezlik teknolojileri gibi alanlarda halen önemli bir eksiklik söz konusu. Hindistan, bu açığı yerli üretim Tejas uçakları ve “Make in India” stratejisiyle kapatmayı hedefliyor.
Pakistan ise sayısal olarak daha sınırlı bir hava gücüne sahip olmakla birlikte, elindeki F-16, JF-17 ve yeni alınan J-10C uçaklarıyla operasyonel etkinlik açısından belirli bir denge sağlamaya çalışıyor. Buna ek olarak, son dönemde hem insansız hava araçlarına hem de erken uyarı ve gözetleme sistemlerine yaptığı yatırımlar, Pakistan’ın esnek bir hava savunma kapasitesi geliştirme yönünde adımlar attığını gösteriyor.
Her iki ülke de stratejik bombardıman uçakları, gelişmiş stealth platformlar ya da entegre elektronik harp kabiliyetleri bakımından sınırlı bir profile sahip. Bu durum, tarafların genellikle düşük yoğunluklu ve sınırlı hedeflere yönelik operasyonlara yönelmesine yol açıyor. Ancak bu tür “hesaplı” müdahalelerin her zaman kontrol altında kalacağı garantisi bulunmuyor.
Hindistan, son yıllarda savunma sanayi alanında kendi kendine yeterlilik hedefine güçlü bir şekilde odaklanmış durumda. “Make in India” politikası, hem dışa bağımlılığı azaltmayı hem de savunma sanayi ihracatını artırmayı amaçlıyor. BrahMos seyir füzeleri ve Bharat Electronics’in radar sistemleri gibi örnekler, bu dönüşümün somut çıktıları arasında yer alıyor.
Pakistan ise bu alanda daha çok stratejik ortaklıklara yaslanıyor. Çin ile geliştirilen müşterek platformlar ve Türkiye ile kurulan mühimmat ve deniz sistemleri iş birlikleri, Pakistan’ın sınırlı kaynaklarını etkin kullanma çabasının bir parçası. POF, GIDS ve DEPO gibi şirketler, hem iç güvenlik ihtiyaçlarına hem de ihracat pazarlarına yönelik üretim yapıyor.
Bu iki modelin karşılaştırmasında Hindistan, daha uzun vadeli bir teknolojik derinleşme ve üretim kapasitesi inşa ederken; Pakistan, esnek ve iş birliğine dayalı bir yapı üzerinden mevcut kabiliyetlerini güçlendirme yoluna gidiyor.
Nükleer Caydırıcılık Gerçek Bir Fren mi?
Her iki ülkenin de nükleer silah kapasitesine sahip olması, geleneksel anlamda bir caydırıcılık mekanizması olarak işlev görüyor. Ancak 1999’daki Kargil Savaşı’ndan 2016 ve 2019’daki sınırlı çatışmalara, son olarak da 2025’teki hava operasyonuna kadar uzanan süreç, bu caydırıcılığın çatışmaları tamamen engellemediğini ortaya koyuyor.
“Karşılıklı güvenceli yıkım” (mutual assured destruction) doktrini, tarafların geniş çaplı savaştan kaçınmasını sağlıyor olabilir. Fakat bu doktrin, sınırlı müdahale ve karşılık verme biçimlerini dışlamadığı için, düşük yoğunluklu krizlerin sık tekrarlanmasına da zemin hazırlıyor. Bu durum, nükleer silahların bir istikrar sağlayıcı değil, çoğu zaman bir “yanıltıcı güvenlik hissi” yarattığını gösteriyor.
Saldırının ardından ABD başta olmak üzere birçok ülke taraflara itidal çağrısı yaptı. Ancak bu tür açıklamaların pratik etkisinin zayıf kaldığı bir kez daha görüldü. Bunun en önemli nedeni, Hindistan-Pakistan meselesinin artık sadece bir sınır anlaşmazlığı değil, aynı zamanda iç siyasete malzeme olan bir ulusal güvenlik söylemine dönüşmüş olmasıdır.
Ayrıca Hindistan’ın, Çin’e karşı Batı ile geliştirdiği stratejik ortaklıklar, bu ülkeye yönelik uluslararası eleştirilerin tonunu da belirgin şekilde yumuşatıyor. Pakistan ise bu durumu, Çin ve Türkiye gibi aktörlerle geliştirdiği askeri-siyasi iş birlikleriyle dengelemeye çalışıyor.
Hindistan ve Pakistan arasındaki askeri denge, sadece silah sistemleri ya da asker sayılarıyla değil; tehdit algıları, iç siyasi dinamikler ve bölgesel ittifaklarla şekilleniyor. Nükleer caydırıcılığın varlığı, büyük çaplı savaşları engelliyor gibi görünse de, küçük ölçekli çatışmaların önünü kesmeye yetmiyor. Üstelik bu çatışmaların bir noktadan sonra kontrolden çıkma riski her zaman masada.
Dolayısıyla bu denge hali, istikrarlı bir barış değil; sürekli izlenmesi ve yönetilmesi gereken kırılgan bir zemin oluşturuyor.