Azerbaycan - Ermenistan arasında yaşanan çatışmanın analizi

Dağlık Karabağ’ın Ermeni işgaline uğraması ve Ermenilerce sözde bağımsızlık ilanına rağmen, bölge uluslararası alanda Azerbaycan’ın bir parçası olarak tanınmaktadır. Ermenistan’ın 1990 yılında başlayan saldırılarına karşılık olarak meşru müdafaa kapsamında Azerbaycan bölgeye müdahale ederek işgal altındaki topraklarının büyük kısmını geri almıştır. Sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, askerî ve malî olarak destekleyen Ermenistan bile tanımamaktadır. Dağlık Karabağ çevresinde son otuz yıldır geçerli olan statükonun unsurları değişime uğramıştır. Hem etnik hem de bölgesel bir çatışma bölgesi olan Dağlık Karabağ, aynı zamanda uzun süreli bir uluslararası sorun karakterine bürünmüş bir çatışma olup bu da çözümü son derece zorlaştırmaktadır. Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) dâhilinde en uzun süredir devam eden ihtilaf olan 30 yıllık Ermenistan-Azerbaycan çatışması, bölge ülkelerinin güvenliği için de büyük bir sorun teşkil etmektedir. 

Ermenistan ve İran arasında Azerbaycan’ın toprağı olan Dağlık Karabağ, jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip olup Azerbaycan ve Ermenistan arasında bölgesel bir sorun olarak uzun bir tarihi geçmişe sahiptir. Rusya’nın Kafkasya’da izlediği yayılmacı politikanın önemli bir parçası olarak XIV. yüzyıl başlarından itibaren, Azerbaycan’ın meşru sınırları içerisinde yer alan Dağlık Karabağ’da İran ve Anadolu’dan getirilen Ermeniler iskân edilmiştir. Uygulanan yerleştirme politikası ile bölgede Ermeni nüfusu artmış, nüfus dengesinin Ermeniler lehine değişmesiyle Dağlık Karabağ toprakları üzerinde Ermeniler hak iddia etmeye başlamıştır.1 Bölgede nüfus yoğunluğu gittikçe artan Ermeniler, bölgenin denetimini sağlamak için Türk yerleşim yerlerine yönelik halkı sindirme saldırılarında bulunmuştur. Ermenistan’nın sözde “Büyük Ermenistan” ideallerinin önemli bir parçası olan Dağlık Karabağ’ı Ermenistan’a katma arzuları günbegün artmıştır.

Bölgede Rusya Federasyonu’nun politikalarına araç olmaları nedeniyle, Ruslar’ın desteğini arkasına alan Ermeniler hareket etme serbestisi imkânı bularak aşamalı olarak bölgeye yerleşmiştir.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (S.S.C.B.) dağılma sürecine girmesiyle Ermenistan’ın bölgedeki hak iddiası yeni bir ivme kazanmıştır. Ermenistan ve Azerbaycan arasında yaşanan egemenlik mücadelesi uzun süredir devam eden ihtilafa dönüşmüştür. Karabağ Sorunu, S.S.C.B.’nin bir toprak parçası iken 1988 yılında başlamıştır. Rusya’nın aktif desteği ve katılımıyla Azerbaycan topraklarının beşte biri Ermenistan tarafından işgal edilmiştir. Rusya’nın desteğini alan Ermeniler Karabağ’da yaşayan Türk halkını soykırıma tabi tutmuştur. Bölgede yaşanan en acımasız uluslararası suçlardan biri Hocalı kentinde gerçekleştirilen katliamdır. Ermeniler soykırım amacıyla masum ve silahsız insanları acımasız şekilde katletmiştir. 1994 yılında ateşkesin imzalanmasına kadar süren savaş neticesinde, çok sayıda insan hayatını kaybetmiş ve Azerbaycanlı Türkler yaşadıkları yerlerden göçe zorlanmıştır. Azerbaycan topraklarının beşte biri uluslararası hukuka aykırı olarak Ermenistan’ın işgali altında kalmıştır.

Dağlık Karabağ sorununa ilişkin BM’nin aldığı dört karar (822, 853, 874, 884), Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT) tarafından alınan kararlar, arabuluculuk girişim ve çabaları sorunun barışçıl yollardan çözümünde yetersiz kalmıştır.2 Barışçıl yollardan bir çözüm sağlanamayan Dağlık Karabağ sorununun, siyasal ve meşru şekilde çözümlenmesi bölgede istikrarı sağlayacaktır. Karabağ Savaşı’yla birlikte Güney Kafkasya bölgesinde hassaslaşan dengeler açısından farklı bir jeopolitik durum meydana gelmiştir.

Bu çalışmada, Ermenistan ve Azerbaycan arasında yaşanan anlaşmazlığın, çıkış nedenleri, barışçıl yollardan çözümüne ilişkin girişimler incelenerek, çatışmanın analizi yapılacak ve değerlendirmeler de bulunulacaktır.

1. Silahlı Müdahalenin Kavramsal Açıdan İncelenmesi

Soğuk Savaş sonrası dünya üzerinde mevcut iki kutuplu sistem, 1990’lı yıllar sonrası artan küresel ticaretin de etkisi ile sona ermiştir. Böylece Soğuk Savaş döneminde uygulanan merkezî kontrol de ortadan kalkarak çok uluslu devletlerin çözülmesi sonucu, milliyetçi akımların etkisiyle iç savaşlar ve ülkeler arası sınır sorunları görünür hâle gelmiştir. Böylece barış veya güvenlik kaynaklı müdahaleler günden güne artarak dünya gündemini meşgul etmiştir.

Uluslararası kamuoyunda dünya barış ve güvenliğini tehdit eden veya topraklarında insanlık dışı uygulamalarla toplumuna acı çektiren ülke yönetimlerine o bölgede barışın ve güvenliğin tekrar tesis edilmesi maksadıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararları çerçevesinde askerî müdahaleler masada her zaman bir seçenek olarak bulunmaktadır. Değişen güvenlik ortamı ve askerî teknolojiler neticesinde yapılan bu müdahaleler her zaman tartışma konusu haline gelmiş ve uluslararası kamuoyu, kimi zaman bu müdahaleler neticesinde bölgedeki güvenlik kaygılarının arttığı yönünde eleştirilerini yapmıştır. Sorunların çoğu zaman tarihsel temelli anlaşmazlıklardan kaynaklandığı ve uzun süredir çözülemediği durumlarda ise kamuoyu BM krize neden müdahale etmediği konusunda tartışmalarını sürdürmektedir. Her iki durumda da bu müdahalelerin, çatışmaları hangi oranda önlediği ve sorunların çözümüne ne kadar katkı yaptığı, sonuca yönelik değerlendirmelerden incelenmesi gereken ayrı bir konuyu oluşturmaktadır.

Müdahale kavramı, uluslararası ilişkiler ve güvenlik stratejileri konusunda birçok yöntemi içerisinde barındırmasından dolayı en genel anlamıyla, bir grubun veya ülkenin elindeki gücün diğer ülkenin yönetimine diplomatik, ekonomik, siyasi katmanlarında etki edecek şekilde yapılan uygulamaları içermektedir. Silahlı müdahaleler ise, bir ülkenin sınırları dâhiline karşıt ülkenin rızası içerisinde veya dışında devlet ya da görev grubu dâhilinde yapılan; amacı ve sınırları belli askerî operasyonlar olarak tanımlanabilir.

Tarihsel açıdan incelendiğinde müdahale kavramı Antik Yunan döneminden beri antlaşma, siyasi müdahale ve savaş kadar eski ve köklü bir dış politika aracı olarak kullanılmaktadır. Ülkeler hem kendi yönetimi hem de müttefikleri için diğer ülkelerin iç işlerine değişik metotlarla müdahale yöntemlerine başvurmuştur. Müdahale olunan devletler veya devlet toplulukları ise yapılan bu müdahalelere karşı çıkmış ve yapılan bu uygulamalara tepki göstermişlerdir. Ulus devletlerin ortaya çıkışı ile müdahalelerin meşruluğu tartışılmaya başlanmış, 1793 Fransız Anayasası ilk olarak bu konuda diğer ülkelerin ülke içi meselelerine karışılmaması konusunu yasalaştırmıştır.3 Morgenthau, bu konuda bir buçuk asrı geçen süredir devlet adamları, hukukçular, siyasi düşünür ve yazarların meşru olan ve olmayan müdahaleleri ayırmak konusunda çalışmalarını sürdürdüğünü belirtmektedir.4 Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra konu hakkında belirli çalışmalar yürütülmüş ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra meşruiyet kavramı öne çıkmış olsa da tartışmalar devam etmektedir. Günümüze savaşlar nadiren ilan edilmesine karşın uzun süreli ve ölümcül çatışmalar günden güne artmakta ve dünya gündemini meşgul etmektedir.

1.1. Silahlı Müdahaleye İlişkin Yaklaşımlar

Çalışmanın bu bölümünde uluslararası ilişkiler disiplininde yer alan temel teoriler ışığında kavram-ekol incelemesi yapılacaktır. Müdahalenin siyasi tarih boyunca müzakere, diplomasisinin yürütülmesi veya dış politika enstrümanı olduğu görülmüştür. Özellikle 1793 Fransız Devrimi’nden sonra müdahalenin meşru ve meşru olmayan kriterleri formüle etmek için çaba harcayan hukukçular ve siyasi düşünürler müdahale konusunda bir konsensüs oluşturamamıştır.

1.1.1. Realist Teoriye Göre Silahlı Müdahale

Uluslararası ilişkilerin kurucu teorilerinden olan realist teori, devleti uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul etmekte ve devletlerin uluslararası alanda güvenliğini sağlayacak bir otorite olmadığından dolayı, uluslararası sistemin “anarşik” bir yapıda olduğu görüşünü savunmaktadır. Bu sebeple realist teori açısından en önemli sorun, devletlerin güvenliğinin sağlamasıdır ve realist teori bu konuya ayrı bir önem verdiğinden konu güvenlik öncelikli yaklaşım kapsamında ele alınmıştır.6 Uluslararası ilişkilerde belirleyici olan unsurun çıkar olduğunu savunan klasik realist teori, devletlerin savaşmasının çıkarlarının korunması açısından doğal bir durum olduğunu ve devletlerin kendisini koruma amacıyla savaşabileceğini savunmaktadır. Ayrıca klasik realistler insanların doğası gereği bencil olduğunu, savaşların bu doğal durumdan kaynaklandığını savunmaktadır.7 Bu açıklamalar ışığında müdahale, devletlerin çıkar amaçlı gerçekleştirdiği bir faaliyet olarak tanımlanabilir. Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ortaya çıkan belirsiz ortamda devletlerin kendisine çıkar sağlaması için gerçekleştirdiği eylemler/müdahaleler bu kapsamda ele alınmaktadır. Ancak devletlerin bu eylemleri gerçekleştirirken eylemi meşrulaştırmak adına icra aşamasında silahlı müdahalelerin amacı, kapsamı, süresi ya da gerekçelerinin açık bir şekilde dünya kamuoyuna açıklanmamış olması; realist teorinin düşünce yapısına göre, çıkar amaçlı hareket eden devletlerin, karşıt unsura güç kullanmasını ve bu eylemini insani amaçlara dayandırmasına olanak sağlamaktadır.

1.1.2. İdealist ve Liberal Teoriye Göre Silahlı Müdahale

İnsanın doğası gereği kötü ve bencil olduğunun aksine insanların barışçıl olduğunu savunan liberal /idealist teoriye göre savaşlar, devletlerin çıkar amaçlı gerçekleştirdiği veya savunma amaçlı bir olgu olmasından ziyade önlenebilir ve gerekli adımlar atıldığı takdirde önüne geçilebilir faaliyetlerdir.9 Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan ağır kayıplar ve acı tecrübeler sonucu Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Wilson’un uluslararası sistemin kurulmasına yönelik atılması gereken adımları belirleyen 14 ilkeyi benimseyen idealist teoriye göre küresel işbirliği sayesinde çatışma ortamı giderilebilir.10 Müdahale konusunda “demokrasi” olgusunun önemine işaret eden liberaller, yönetim şekillerinin küresel sistemin uluslararası güvenliği ile doğrudan ilişkili olduğunu savunurlar ve totaliter rejimlerin çatışmaya, demokratik ülkelerin ise barışa ve iş birliğine yatkın olduğunu savunmaktadır.11 Küresel iş birliğini ve totaliter rejimlere müdahalenin meşruluğunu savunan liberal teoriye göre, “müdahale”, rejim kaynaklı iç çatışmalardan veya diğer sebeplerden dolayı çatışan gruplara yardım maksadıyla yapılan bir faaliyettir.12 Küresel iş birliğine önem veren ve ağırlıklı olarak insani ihtiyaçlara cevap için müdahalenin gerekliliğini savunan liberal teori, İkinci Dünya Savaşı gibi bir savaşın tekrarlanmaması için ülkelerin sorunlarını barışçıl yönde çözmesi için BM, Avrupa Birliği (AB) ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) gibi kurumların önemine vurgu yapmaktadır.

Yukarıdaki tanımlamalardan hareketle liberal/idealist teoriye göre müdahalenin insan odaklı, insani ihtiyaçlara cevap verebilecek nitelikte ve uluslararası kuruluşların onayı sonucunda yapılması gereken bir faaliyet olduğunu anlamaktayız. Soğuk Savaş sürecinde ortaya çıkan iki kutuplu dünya yaklaşımı çerçevesinde kolektif güvenlik anlayışının tam anlamıyla işleyememesi, tarafların kendi güvenlik anlayışlarını birbirlerine kabul ettirmek istemesi neticesinde BM kuruluş amacına göre çalışamamıştır.13 Soğuk Savaş sonrası yeni dönemde “demokratik barış teorisi” gibi uygulamalar çerçevesinde liberal teoriye yeni uygulama alanları bulunarak devletlerin iç politikalarının istikrarı ve küresel sisteme uyumu üzerine kurulu müdahale uygulamaları geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu uygulamada istikrarın kalitesi ise demokrasi olgusu üzerine inşa edilmeye çalışılmış ve demokrasiye yapılan tehditler uluslararası barışa yapılan tehdit olarak kabul edilmiştir.14 Bu yeni söylem ile uluslararası müdahaleler küresel güvenlik rejiminin gereği ve tehditlere verilmesi gereken bir cevap olarak görülmüştür. Böylece Birinci Dünya Savaşı sonrası müdahalelere karşı çıkmayı benimseyen idealist ve küresel iş birliği ile çatışmaların önlenebileceğini savunan liberal teori, Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni küresel sistem neticesinde en az realist sistem kadar müdahalelere dâhil olmayı benimsemiştir.

1.2. Uluslararası Hukuk ve Birleşmiş Milletler Sistemi’ne Göre Silahlı Müdahale

Müdahale kavramı uluslararası hukuk açısından, “haklı savaş teorisi” çerçevesinde ulus devletlerin ortaya çıkışına kadar bir zorunluluk olarak görülmüştür.16 Haklı savaş teorisi, Hristiyanlığın kabul edilmesi ile ortaya çıkan yeni dinî görüşler ve felsefi bakış açıları ile savaşın hangi uygulamalarla meşru olacağına yönelik oluşturulan kuramdır. Haklı savaş kuramı askerî müdahalenin gerekçeleri ile değil hangi şekillerde uygulanacağına yönelik uygulamaları içermektedir.17 Orta çağın sonunda imparatorlukların sona ermesi ile ulus devletler ortaya çıkmış, devletlerin egemen eşitliği ilkesini esas alan uluslararası hukuk çerçevesinde kuvvet kullanımına belirli ölçütler getirilmiştir. Tarihsel süreç geliştikçe haklı savaş düşüncesi, uluslararası hukukun gelişimi ile savaşın tanımının gelişmesiyle göz ardı edilmeye başlanmıştır.

XIX. yüzyıl boyunca ulus devletlerin ortaya çıkması sonucu yaşanan çatışmalar beraberinde yeni yaptırım mekanizmalarını devreye sokmuş, 1899-1907 La Haye sözleşmelerinde silahlı müdahale hakkının kullanım koşulları belirlenmiş olsa da sınırlama yoluna gidilememiştir.

Silahlı müdahalenin hangi koşullar altında yapılması gerektiği ve barışçıl amaçlı kullanımını belirten hususlar konusundaki en büyük gelişmeler uluslararası kuruluşların uluslararası camiada kabul görmesi neticesinde gerçekleşmiştir.19 Birinci Dünya Savaşı sonunda yaşanan sayısız can kaybı neticesinde barışı korumaya yönelik atılan ilk adım 1920 yılında Milletler Cemiyeti’nin kurulması olmuştur. Milletler Cemiyeti Antlaşması 12. maddesi sözleşmeye taraf olan devletlere uyuşmazlıkları barışçıl yollarla çözümlemeye ve bu yollar tüketilinceye kadar savaşa başvurmama konusunda yükümlülükler getirmiştir.20 Ayrıca yine sözleşmenin 10. maddesine göre bir üye devlet diğer bir üye devletin ülke bütünlüğüne, siyasi bağımsızlığına saygı göstermek ve hukuken bu hususu garanti etmek zorundadır.21 Böylece fetih yolu ile ülke kazanımının hukuken kabul edilmesine son verilmiştir. Milletler Cemiyeti sadece meşru ve meşru olmayan kuvvet kullanma şekillerini tanımlamıştır. Antlaşma, kuvvete başvurmak isteyen devlet ya da devletlere 3 aylık bir süre bekleme koşulu getirmekte, bu sürenin sonunda anlaşmazlıklarını çözemezse tarafların kuvvete başvurma hakkını kabul etmektedir.22 Milletler Cemiyeti Antlaşması’nın eksiklerini kapatmak üzere 1924 Cenevre Protokolü, 1925 Lokarno Antlaşması, Ren Misakı ve savaşı kesinlikle yasaklayan Briand-Kellog Paktı gibi uygulamalar yürürlüğe girmiş olsa bile bu antlaşmalar tüm ülkeler tarafından onaylanmadığı ve sadece Avrupa’nın güvenliğini hedeflediklerinden bu düzenlemeler günümüzde de benzer örneklerini gördüğümüz Japonya’nın Mançurya’yı işgali, Rusya-Polonya Savaşı, Litvanya’nın Vilnius meselesi gibi olayları engellemede yetersiz kalmıştır.23 İkinci Dünya Savaşı’nı da engelleyemeyen bu uygulamalar kuvvet kullanımı konusunda örf adet hukukun oluşmasına ilişkin uygulamalar ortaya koymuş ve sonucunda ortak güvenlik anlayışının son uygulaması olan BM Antlaşması ile bütün üye devletlerin kuvvet kullanmadan kaçınacakları bir sistem öngörüsü yaratılmaya çalışılmıştır. Bahse konu antlaşma gereği antlaşmaya taraf tüm devletler istisnai haller dışında kuvvet kullanımından kaçınmayı taahhüt etmişlerdir.24 Kuvvet kullanımını yasaklayan 2. maddenin 4. fıkrasında aşağıdaki ifade yer almaktadır:

Makalenin devamına buradan ulaşabilirsiniz: GÜVENLİK STRATEJİLERİNDE ÖN GÖRÜLEN ZORLAMA YÖNTEMLERİNDEN ‘’SİLAHLI MÜDAHALENİN’’ BAŞARISI VE BU ÇERÇEVEDE AZERBAYCAN-ERMENİSTAN ARASINDA YAŞANAN ÇATIŞMANIN ANALİZİ

Makalenin yayınlandığı kaynak: Milli Savunma Üniversitesi Deniz Harp Enstitüsü Mavi Vatan’dan Açık Denizlere Dergisi Yıl: 2 Sayı: 7

Yorum yapın