NATO’nun geleceği ve ABD’nin etkisi

II. Dünya Savaşı sonrasında ABD, bir yandan Truman Doktrini’ni ve Marshall Planı’nı uygulamaya sokarken diğer yandan Sovyet istila tehdidine karşı Avrupa’yı koruyabilmek için yeni bir kolektif savunma esasına dayalı ittifak oluşturmaya çalışmıştır. Senatör Vandenberg, Nisan 1948’de Senato’ya sunduğu bir karar tasarısında, ABD Başkanına, ABD’nin güvenliğini ilgilendiren ve karşılıklı yardıma dayanan “bölgesel ve diğer ortak anlaşmalara” katılma yetkisinin verilmesini istemiş ve Vandenberg’in bu teklifi 11 Haziran 1948 tarihinde Amerikan Kongresi tarafından kabul edilmiştir. Vandenberg Kararı ile birlikte ABD, dış politikasında radikal bir değişiklik yapmış ve nükleer güce sahip ABD başta olmak üzere, Kanada ve Batı Avrupa ülkelerinin katılımıyla 4 Nisan 1949 tarihinde, Washington Antlaşması imzalanmış ve NATO (North Atlantic Treaty Organization/Kuzey Atlantik İttifakı) kurulmuştur.

Böylece BM örneğinde olduğu gibi NATO’nun kurulmasında da ABD önemli bir rol oynamıştır. Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi ortak değerler üzerine kurulmuş olan İttifak, başlangıcından itibaren Avrupa’da adil ve kalıcı bir barışın kurulması için çalışmaktadır.1 Söz konusu İttifakın kurulmasına öncülük eden ABD, 1950 yılının sonlarından itibaren Avrupa’da konuşlandırılacak ABD askerlerinin sayısını ve savunma harcamalarını arttırmış ve nihayet NATO’nun Avrupalı üyelerin de katkısıyla 1951 yılında Avrupa Yüksek Müttefik Kuvvetler Karargâhı (SHAPE) kurulmuştur. Kore Savaşı’nda İttifak içinde askeri entegrasyonun sağlanabilmesi için Avrupa Müttefik Yüksek Komutanı (SACEUR) pozisyonu ihdas edilmiş ve söz konusu göreve ilk komutan olarak Amerikalı General Dwight Eisenhower atanmıştır. Ayrıca İttifak’ın siyasi tarafını yönetmek üzere sivil bir genel sekreterlik makamı oluşturulmuştur.2 NATO Genel Sekreteri üye ülkeler tarafından seçimle göreve gelse de kritik SACEUR görevi Eisenhower sonrasında da ABD’li generaller tarafından yürütülmektedir. Bu görev NATO’nun askeri kanadında geleceğe yönelik taktik, teknik ve stratejik konulardaki karar mekanizmalarında etkin rol oynamaktadır. Soğuk Savaş boyunca NATO, karşısındaki en büyük düşman olan SSCB’ye karşı “savunma ve caydırıcılık” stratejisini dikkate alarak hareket etmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte NATO’nun varlığı sorgulanır hale gelmiştir. Soğuk Savaş sonrasında dünya, etnik, dinsel ve kültürel farklılıkların sebep olduğu ayrılıkçı hareketler, etnik/mikro milliyetçilik, insan hakları ihlalleri, radikal dincilik ve küresel terörizm gibi çok çeşitli yeni tehditlerle karşı karşıya kalmıştır.

NATO üyesi ülkeler, krizlere karşı daha fazla işbirliği ve dayanışmanın sürdürülmesine önem verilmişlerdir. İlk olarak 1991 yılında Roma Zirvesi sonrasında yeni Stratejik Konsept yayımlanmış ve NATO askeri bir savunma örgütü olmaktan çıkarak küresel çapta görev alabilecek bir “güvenlik örgütü” haline dönüşmüştür. Ayrıca Varşova Paktı üyelerinin tehdit olmaktan çıktığı değerlendirilerek; Doğu Bloğu ülkelerine yönelik açılım stratejisi kabul edilmiş ve son olarak Karadağ’ın İttifak’a katılımıyla NATO’ya üye ülke sayısı 29’a yükselmiştir. Dönüşüm yönündeki tüm çabalara rağmen NATO çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Karşılaşılan en büyük sorun ABD ile Batı Avrupalı müttefikleri arasında liderlik ve sorumlulukların paylaşılması olmuştur.

Soğuk Savaş döneminde ABD, NATO içindeki askeri harcamaların yaklaşık yarısını tek başına sağlamıştır. Soğuk Savaş’ın dehşet dengesi ve SSCB’den kaynaklanan tehdidin büyüklüğü dikkate alındığında söz konusu mali külfet bir bakıma ABD tarafından karşılanmak zorunda kalınmıştır. Bu sayede ABD, NATO içerisinde liderlik etmede ve İttifak’ın politikalarının belirlenmesinde daha etkili olmuştur. Soğuk Savaş sonrası geçen süreçte ise ABD’nin Avrupalı müttefiklerine askeri harcamalarını artırmalarını istemesi konusu başta olmak üzere, her istediğini kabul ettirememesi ve İttifak içinde uygulamaya koymak istediği politikalara Batı Avrupalı üyeler tarafından zaman zaman itiraz edilmesi, ABD açısından mevcut durumun tekrar sorgulanmasına yol açmıştır. Hiç şüphesiz ABD’nin öncelikli olarak karşı çıktığı husus, henüz Avrupa güvenliğini sağlayamayan AB’nin SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin NATO içindeki liderliğini sorgulamaya başlamasıdır. Ayrıca AB’nin NATO’nun dışında kendi güvenlik yapılanmasını oluşturmaya çalışması; gerektiğinde NATO’nun imkân ve kabiliyetinden faydalanmak istemesi ve askeri harcamalarını bu yönde yapması da ABD açısından kuşkuyla izlenmektedir. Bunun yanında AB’nin önceliğini kendi güvenliği açısından Avrupa kıtasına vermesi, süper güç olan ABD’nin, dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen/gelebilecek krizlere NATO vasıtasıyla kısa sürede müdahale edebilme imkânını da ortadan kaldırmaktadır. Bu durumda, halen olduğu gibi, ABD dünyanın çeşitli bölgelerinde kendi çıkarları doğrultusunda, devlet ya da devlet altı unsurlarla müttefiklik ilişkisine girebilmektedir. Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesiyle birlikte varlığı tekrar sorgulanmaya başlanılan NATO’nun gelecekte de etkin bir örgüt olarak varlığını sürdürmesinde ABD’nin İttifaka üyeliğinin devam etmesinin kritik bir rol oynadığı değerlendirilmektedir. İki bölüm halinde hazırlanan bu çalışmada Birinci Bölümde ABD’nin NATO’ya katkısına değinilecektir. İkinci bölümde ise NATO’nun geleceğine yönelik bir değerlendirme yapılarak çalışma sonlandırılacaktır.
2. ABD’nin NATO’ya Katkısı

ABD, NATO için her zaman en önemli üye devlet olmuştur. NATO’nun ilk genel sekreteri Lord Ismay’in ifadesiyle “Amerikalıları içeride, Rusları dışarıda ve Almanları kontrol altında tutmak üzere kurulan NATO” Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte varoluş nedenlerinden biri olan Sovyet tehlikesinin ortadan kalkması ile sorgulanır hale gelmiştir. Soğuk Savaş sonrasında üye ülkelerin dış güvenlik konusundaki çıkarları birbirinden uzaklaşmış ve NATO muhalifi sesler yükselmeye başlamıştır. Bu dönemde Yugoslavya’nın parçalanmasıyla tam bir kriz yuvasına dönen Balkanlar’ın ve siyasal istikrarsızlık altında geleceği belirsizliğini koruyan Doğu Avrupa’nın durumu Avrupa için büyük bir tehdit oluşturmuştur. Avrupa’nın ortasında yaşanan Bosna katliamında Avrupalı devletler seyirci kalmış ve sorun ABD müdahalesi olmadan çözülememiştir. Alternatif arayışlara gidilmesine rağmen NATO, ortaya çıkan yeni tehditler karşısında kendisini hızla dönüştürmüş ve özellikle 50. Kuruluş yıldönümünde Washington Zirvesi’nde alınan tarihi kararlarla İttifak “alan dışı” askeri operasyonları gerçekleştirebilecek duruma gelmiştir. Bu kapsamda NATO, kitle imha silahları, uluslararası terör, uyuşturucu ticareti, ırkçılık ve insan kaçakçılığı gibi problemlerin çözümünde kullanılabilir hale dönüştürülmesine karar verilmiştir. Alan dışı kavramı ile NATO’nun hem görev tanımı hem de operasyon sahası değişmiş; İttifak savunma örgütü olmaktan çıkarak güvenlik örgütüne dönüşmüştür. Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi bu dönüşümde de en büyük ekonomik katkı ABD’den gelmiştir. Rusya’nın 2014’te Ukrayna’ya girmesi, Kırım’ı ilhak etmesi ve doğu Ukrayna’da bir Rus isyanının başlatılmasından bu yana üç eski Sovyet Baltık Cumhuriyetinde (Litvanya, Estonya ve Letonya) özellikle korku ve endişe yaratmıştır. Obama yönetimi sırasında ABD, Rusya’nın NATO sınırlarına saldırgan eylemleri karşında Polonya, Baltık devletleri ve Güneydoğu Avrupa’ya binlerce asker ve ağır silahdağıtmıştır.

Doğu Avrupa müttefiklerine yönelik olarak 2013’ten beri ilk kez ABD, tanklarını Avrupa’ya getirerek ve tam bir zırhlı tugayı konuşlandırarak, Moskova’nın güneyindeki Ukrayna’ya karşı destek ve güneydeki Rus hava, kara ve deniz tatbikatları karşısında Baltık ülkelerine güvence vermeye çalışmaktadır. Bunun yanında Avrupa’nın güvenliği, NATO’nun caydırıcılık önlemlerine katkısı, Almanya ve Polonya da dâhil olmak üzere Avrupa’da çok sayıda birlik konuşlandırması ve diğer ittifak güçleri desteklemek için hava kurtarma ve keşif gibi kritik kabiliyetlere sahip olan ABD’ye bağlıdır. ABD, Avrupa’daki tüm müttefiklerine nükleer şemsiye de sağlamaktadır. AB tarafından ortak güvenlik politikalarını gerçekleştiremediği sürece Avrupa’nın savunma ve güvenliğinin önümüzdeki yıllarda da NATO ve ABD’nin kontrolüne bırakılmak zorunda kalınacağı değerlendirilmektedir. İngiltere’nin AB’den çıkış kararı alması AB’nin NATO dışında kendi savunması için birlik içinde hareket etmesini engellemiştir. Konuyla ilgili olarak ABD Başkanı Trump, başka ülkelerin de AB’den çıkabileceğini tahmin ettiğini ifade ederek Almanya’nın AB’yi kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı eleştirisinde bulunmuştur.

Kaynak: TASAM

Yorum yapın